6 Haziran 2014 Cuma

Nakkaşın Ölümü


Benim Adım Kırmızı’daki ‘İmza Meselesi’ne Roland Barthes’ın Olası Cevabı: “Nakkaşın Ölümü!”

Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı[1] romanı 16. yüzyıl İstanbul’unda geçer, roman kabaca nakkaşlar arasındaki ilişkiler ve buna bağlı gelişen olaylar üzerinden kurulmuştur. Romanın nerdeyse kahramanlarından biri olarak minyatürlerden bahsedebiliriz. Doğu kültürüne ait minyatürlerde “Frenk etkisi” nedeni ile Batı’daki resim sanatına özenilmesi ve bu iki kutup arasındaki mücadele anlatılır kitapta. Doğu ve Batı’nın birbirine benzeyen ve aynı zamanda birbirinden çok farklı olan bu iki sanat dalının en çok vurgulanan özellikleri ise minyatürde nakkaşı öne çıkaracak bir imza ve kişisel bir üslup bulunmazken, resimde imza ve kişisel üslubun önemli olmasıdır. Kitapta bunun üzerinden Doğu toplumuna ait anonimlik ya da bir cemaat olma hali ile Batı toplumuna ait bireysellik, bireycilik meselesi tartışılır.

Kitabın henüz başlarında, sonradan Zeytin lakaplı nakkaş olduğunu öğrendiğimiz katil, işlediği cinayetten bahsederken okurların, daha doğru bir ifade ile muhatabın,  kelimelerinden ve renklerinden yola çıkarak kendisinin kim olduğunu keşfetmeye çalışmasını istiyor. Ardından da şunu ekliyor: “Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendine ait bir usulü, kendine mahsus bir rengi, sesi var mıdır, olmalı mıdır?” (25) Bu sorular kitap boyunca tartışılan meselelerin özeti aslında. Cevaplarına gelince; Enişte gibi olmalı diyenleri de, nakkaşların çoğunluğu gibi olmamalı diyenleri de görüyoruz romanda. Olmamalı diyenler bunun “Frenk etkisi” olduğunu söyleyerek, bu özelliklerin Batı’ya ait olduğunu, kendi geleneklerinde bunun söz konusu olamayacağını savunup bizi ilk paragrafta ileri sürdüğüm tezdeki temel ayrıma götürür.

Katil, nakkaşların üstadı Behzat’tan bahsederken, onun imzasını resmin gizli bir köşesine atmadığını söyler. (26) Çünkü “[ü]slup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca” (27) Bu fikir, romanda sıklıkla tekrarlanır. Üslup, sanatçının eserinde bilinçli olarak yarattığı kişisel iz değildir onlara göre. Kara, Üstat Osman’a “has bir nakkaşı, sıradan bir nakkaştan ne ayırır?” diye sorunca Üstat Osman nakkaşa ilk olarak Çin ve Frenklerin etkisi olduğunu belirttiği ‘üslup ve imza’yı soracağını söyler. (73-74) Buradan da kolaylıkla anlayabiliriz ki hâkim kanıya göre has bir nakkaş bu gibi şeylerin peşinde koşmamalıdır. Zaten öncesinde de nakkaşın kimliğinin önemli olmadığını vurgulamıştır Üstat Osman. Kusur, imza, üslup meselesi hakkında başka bir yorumu da katilin kimliğinin resimlerden tespit edilmesi sırasında görürüz: Kulakların dikkat edilmediği için herkes tarafından farklı çizildiğin söyleyen Üstat Osman, bunun “kusur olduğu için her nakkaşta farklı” olduğundan bahseder. Bir sonraki cümlede ise bu yargıyı, kusur için “Yani bir çeşit imza.” diyerek imza meselesine doğrudan kendisi bağlar. (292) Görüldüğü gibi gelenekte, bireylere özel ve kopyalanamayacak kadar kişisel olduğu söylenen imza üzerinden bireysellik karşıtlığı savunulur. Birey olmanın, dahası herkesten farklı, biricik olmanın sembolüdür imza. Romanda bu tutum gelenekte kabul görmeyen bir tutum olarak karşımıza çıkar.

Kitabın YKY'den çıkan yeni baskısı.
Romanda üsluba sahip çıkıldığı bölümler de vardır. Fakat buralarda kişisel bir üsluptan bahsedilmediği de açıkça vurgulanır. Hazine Odası’nda Üstat Osman, Behzat’ın “(…) eski üstatların kusursuzluğuna ulaştığı zaman, nakşını başka bir nakkaşhanenin ve şahın istekleriyle karıştırmamak için  (…) kendi kendini kör ettiğini” (368) söyler. Burada aslında bahsedilen, kişisel bir üslup değildir. Zaten öyle olsa bile resme imza atmadıktan sonra bunun yıllar sonra anlaşılması güçtür. Bu durum ilerleyen sayfalarda daha net bir biçimde açıklanır: Kara “Üstat Osman’ın telaşı ise Nakkaşhane’nin üslubunu korumak.” der. (415) Frenk etkisinde resimler yapmamak için kendini kör etmesi de bundandır. Bir nakkaş olarak kendi üslubunun değil yine bir cemaat oluşturan nakkaşhanenin üslubudur söz konusu olan. Kara ileride tekrar “O sizlerin değil, Osmanlı nakkaşhanesinin bir üslubu olsun istiyordu” diyerek aynı vurguyu yinelemiş olur. (429)

Bunlar yalnızca minyatürler üzerinden de ele alınmaz romanda. Kitabın son bölümlerinde Kara diğer nakkaşlara “Şah’ın kızına aşkını ilan ettiği için Diyarı Çin’e sürgüne giden mutsuz Türkmen Beyi’nin hikâyesini” anlatır. (452) Bu elbette Kara’nın kendi hikâyesidir. Ya da tam tersi: Kara’nın hikâyesinin aslının bu hikâye olması da mümkün. Ama bu bir sorun teşkil etmez zaten. “Bütün masallar, herkesin masalıdır. İnsanın kendinin değil.” der Kara. Burada da bireysellik ortadan kaldırılır ve böylece anlatıcı aslında bize romanın kendisine dair de bir şey söyler: Bu cümle, pek çok eski hikâye içeren bu romanın yazarın kendi yapıtı olmadığını söyleyeceklere, bir “intihal” iddiasına cevap gibidir. Dahası bu cümle post-yapısalcıların aslında tüm anlatıların yapısının aynı olduğunu söylemesini; daha sonra Barthes’ın yazarı öldürüp, bir kurmacada yazılan şeylerin aslında toplumdan bilinçli ya da bilinçsiz olarak alınıp “yazıcı” tarafından organize edilmesi ile ortaya çıktığı ve “yazar”da bir muhteşemlik, bir orijinallik bulunmadığı fikrini hatırlatır. Minyatürdeki durum da bununla paraleldir, orijinallik, kişisel bir üslup sahibi olmak amaçlanmaz. Minyatürün sahibi eserinde görünmez. Barthes’ın terimleri ile konuşarak özetleyecek olursak; minyatüre “çizi”, nakkaşa “çizici” diyerek derecelerini düşürmemiz uygun olur. Bu bakımdan romanda literal olarak bir nakkaş ölümü ile birlikte, Barthes'ın "yazarın ölümü" dediği şey nakkaş için de geçerlidir. Orhan Pamuk'un nakkaşı öldürerek böyle bir göndermeyi düşünmüş olması da ihtimal dahilindedir. 

Tüm bunları göz önüne aldığımızda ise meseleyi edebiyattan daha geniş bir alana taşırsak Benim Adım Kırmızı’da “kolektif bir ürün” ile kişisel olduğu söylenen bir ürünün karşılaştırıldığını görürüz. Bu yalnızca minyatürleri ve resimleri yapanlarla değil, aynı zamanda bunlara konu olan şeylerle de ilgilidir: Resme bir kişi ya da şey kendisi olarak, bizzat kendisini temsilen girerken; minyatür doğrudan birini ya da bir şeyi taklit/temsil etmez. Mesela Batı’da portresini gördüğünüz biriyle karşılaştığınızda onu tanımanız mümkünken, minyatürde gerçek bir kişinin yerine çizilmiş bile olsa minyatürde gördüğümüz şey sıradan bir insan figürüdür. Bu yüzden resim ile minyatürün romandaki ikiliği karşıtlığı, bireyi öne çıkaran Batı ile cemaati öne çıkaran Doğu’nun mücadelesidir.




[1] Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012) Kitaptan yapılacak alıntılar parantez içinde sayfa numaraları ile gösterilecektir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder