15 Şubat 2013 Cuma

Kasaba Sıkıntısı




Nuri Bilge Ceylan, Mayıs Sıkıntısı filminde bir film çekmek için İstanbul'dan büyüdüğü kasabaya gelen, üstelik maddî imkânsızlıklar sebebi ile filmde aile bireylerini oynatan bir yönetmeni merkeze alarak yönetmenin babasının ve İstanbul'a gitmek isteyen bir gencin hayatına da dokunur. Bunlarla beraber küçük bir çocuğun hayatına da... Filmdeki en temel meselelerden biri olan "kasaba" ve filme ismini de veren mayıs sıkıntısını birleştirerek, bir Nuri Bilge Ceylan klasiği olarak, filmin örüldüğü çerçeveletip asılası "fotoğrafların" içinde "kasabanın sıktığı", tükettiği hayatların altını çizmek yerinde olacaktır.

Filmi izlerken aklıma gelen bir başka metin Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken isimli kitabında yer alan "Tahta At" öyküsü oldu. Mayıs Sıkıntısı'nda kasabanın aynılığı, yani tekdüzeliği ve "tek parçalılığı" bazı sahnelerle çok iyi aktarılır. "Tahta At" öyküsü de farklı okumalara açıktır ve bürokrasi, öykünmecilik gibi meselelere açıkça parmak basmıştır ama kasabayı Mayıs Sıkıntısı ile aynı açıdan ele alır.

Kasabalar, adeta birbirinin kopyasıdır. Her kasabada ufak fakat modern olduğunu ve varlığını devletin bir parçası olarak sürdürdüğünü haykıran bir meydan vardır mutlaka. Bütün yolların çıktığı, kasabanın gururu bir meydan!

Kasabaya sıkışmakla ilgili bir diğer öykü de Cemal Şakar'ın "Pencere" isimli öyküsüdür ve kasabaların aynılığını şu satırlarla anlatır:

"Sağa döndüğünde önünde genişçe bir yol açıldı.'Kesinlikle bu yol kasabanın meydanına çıkıyordur.' Gülümsedi. 'O meydana buralarda da Hükümet Meydanı deniyordur.' Aklına, yerli bir yazara ait roman gelmişti: Yabancılar için kasabaların birbirine benzediğini söylüyordu. 'Hükümet Meydanında kesinlikle bir Belediye Parkı vardır, meydanın tam ortasında büyük bir heykel, kasabanın üç-dört katlı yüksek binaları da buradadır, bir-iki avukat, muhasebeci, bu genişçe yola da bulvar deniyordur.'"

Kasabalarda hakkında yemin edilmiş gibi uygulanan bu yerleşim planına sarı renkli okul ve hastane binalarını da ekleyebiliriz. Genellikle sarı-beyaz boyanan kaldırımları da elbette. Küçükken kibrit çöplerini dizip yol yaptığım zamanları hatırlatır bu kaldırımlar bana. "Kasaba" olmanın gereği olarak yapıldıklarından orada emanet dururlar ve çevre düzenlemesinin tek aracı olduklarından biraz fazla ihtimam gösterilerek abartılmışlardır sanki. Çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim küçük bir kasabada seçimi kaybettiği yıl kalp krizinden ölen belediye başkanının tek icraat olarak sık sık kaldırımları boyattığını hatırlıyorum.

Oğuz Atay bu kasaba manzarasını "Tahta At" öyküsünde şöyle tanımlıyordu: "İnsanlar kasabalarını neden birbirine karıştırmıyorlar acaba? Çinliler için de aynı şey düşünülebilir." Nuri Bilge Ceylan da bu meydanlarda, bu sokaklarda gezdirir bizi. Kasabaların kutsal seremonilerinden biri olan toprak sahada bayram kutlamalarına bile gideriz filmde.

Daha da ilginci Mayıs Sıkıntısı filmi için Nuri Bilge Ceylan Çanakkale-Yenice civarlarını kullanırken Oğuz Atay'ın öyküsünde de aynı bölgeye işaret edilmesidir. Cemal Şakar'ın öyküsünde zeytinliklerden ve denizden söz edilmesi de bize yine bu bölgeden çok da uzaklaşılmadığını gösteriyor. Biyografik bir yardım alırsak Şakar'ın öyküsünün Balıkesir civarında geçtiği düşünülebilir.

Böyle bir kasaba atmosferini bir de William Faulkner'in "A Rose for Emily"/ "Emily için Bir Gül" isimli öyküsünden hatırlıyorum. Burada kasabanın Emily'e karşı nasıl da "tek bir kişiymiş" gibi hareket ettiğini görürüz. Kasaba, ötekileştirmekte de büyük hüner sahibidir zaten. "Tek parçalılığı" oluşturan en önemli etken de budur.

Ercan Kesal geçen hafta BirGün Pazar'da yayımlanan "Sinema ve Bellek" isimli yazısında günlüğüne kaydettiği şu satırları aktarıyordu: “Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında 'yeni ve farklı bir şey' çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar.” Sonra da bu satırların yine Nuri Bilge Ceylan'ın yönettiği Bir Zamanlar Anadolu'da filmi için yol haritası olduğunu söylüyordu.

Kasabanın sıkıntısı aslında kentte yaşamaya alışanlar içindir. Sürekli kasabada yaşayanlar, bunu kanıksayanlar; onun haline, uyuşukluğuna, amaçsızlığına alışmıştır. İki arada bir derede kalmak kasabanın olduğu gibi onların da kaderidir artık. Mayıs Sıkıntısı'ndaki Emin gibi ömürlerin vakfedildiği bir iş edinmeden vaktin geçmeyeceği bu kasabalarda boğulmak için şehirden gelmeye gerek yoktur bazıları için. Saffet gibi gençler de kasabaya sığmaz. Kendileri olamazlar kasabada. Aslında bu da kasabanın kaderidir. Kasaba da kendisi olmayı başaramaz, ne şehir olabilmiş ne de köy kalabilmiştir. Oğuz Atay,öykünmeciliği belki de bu yüzden kasabada geçen bir öyküde anlatmayı tercih etti.

Çocukluğumun geçtiği kasabaya gidince hâlâ hiçbir şeyin değişmediğini görürüm. Kasaba olmanın bir sırrı da budur çünkü. Yine Oğuz Atay'ın dediği gibi burada ölümler bile günlük yaşamın bütünlüğünü sağlamak içindir. Etrafındaki çimento fabrikaları sebebi ile evlerin çatılarının beyaz tozlarla örtüldüğü o kasabada, sanki tüm şehrin ve insanların üzerine de böyle bir örtü örtüldüğünü düşünürdüm. Ağır bir örtü değildir bu. Tıpkı ismi geçen diğer anlatılarda hissedilen, yaz aylarının son günlerinde insanı hafif ürperten esintilerin henüz yerlerini soğuk ve güçlü rüzgârlara bırakmadığı vakitlerde, uyurken üstümüze aldığımız ince bir yorgandır. İncedir ama yine de varlığının bir anlamı vardır, çıkası gelmez insanın o yorganın altından. Bazıları için sadece naftalin kokan, şehrin ve insanların üzerindeki o ince "örtü"ye alışanlar da bir türlü örtünün altından çıkamazlar; silkinip kurtulamazlar.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder