6 Şubat 2013 Çarşamba

Beyoğlu'nda Bir Gece












Yavuz Akengin:


Haber için İstanbul barosuna gitmiştik gazeteden iki arkadaşla. Beklediğimiz adam gelmedi bir türlü. Çay ocağına oturalım dedik. Oturduktan bir süre sonra Sait abi ve beraberindeki arkadaşları gördüm içeri girerken. Sait abiyi tanıdım tabi. Ünlü biri ne de olsa :) 

Biraz bekledikten sonra üst kata onların yanına çıktım. Selam verdim, "oturabilir miyim?" dedim. Beklemedikleri bir anda tanımadıkları biri onların masasına gelmiş ve oturmak istiyordu. Şaşkınlığa aldırmadan oturdum. Yavuz Akengin dedim. Sait abi bir süre düşündü, tanıdı sonra. İsmen biliyordu gruptan...  


Hoşbeş ettik, tanıştık. Eee ne iş yapıyorsun sorusunu ne zaman ve kim soracak diye beklerken Sait abi atladı :) Öğrenci misin çalışıyo musun... 

Çalışıyorum dedim, Zaman gazetesinde. İkinci şaşkınlık da orda yaşandı işte. Sait abinin yüz ifadesi değişti. Gördüm :) 

Neyse. Güzel bir tanışma oldu. Uzun zamandır Yordam'ı çıkaran arkadaşlarla tanışmak istiyordum. Daha birkaç gün evvel Fatih'te Palulu sahafla Sait abinin kulaklarını çınlatmıştık. Kısmet bugüneymiş demek... 

Yordam'ı önemsiyorum. Bu gruptaki düşünce çeşitliliğini de... 

Düşünce çeşitliliği falan diyorum bak Sait abi, Zaman'da pek görülmeyen hareketler bunlar :)


Mehmet Sait Çakar:


Baktım hiç tanımadığım bir adam geldi masamıza. "Oturabilir miyim?" diye sordu fütursuzca.

Sağıma dönüp Görkem'e baktım, İhsan'a baktı o da.

Soluma dönüp Samet'e baktım. Hepimize şaşkınlıkla bakıyordu Sarı Samet. 


Kim olabilirdi?

Dışarda beyaz bir reno görmüş değildik.

"Ben...", dedi durdu. "Yavuz...", "Yavuz Akengin"

"Yahya Akengin'le yakınlığınız yok değil mi?"


"Yok"

"İyi bari." dedim.

"İyi bari mi?" dedi Görkem. Güldü.

"Zaman gastesinde çalışıyorum bir buçuk aydır" dedi Yavuz, "daha önce bir markette çalışıyordum."

Zaman gastesini duyunca rengim attı. Sehpanın altındaki çantamdan gizlice bir apranax çıkarıp çaktırmadan ağzıma attım. Dakka başı çay tazyikı yapan garsonun terazili tepsisinden kaptığım çayla hapı yuttum. Dayanılması zor bir durumdu. Cihat, Suriye işkence görüntülerinden söz açtığımda telefonunun zil ayarlarını açtı ve "beni arıyorlar" kolpasıyla kayıplara karıştı.

Doğukan İşler ve Onur'la ayrıldık. Dört kişi ara sokaklardan geçip ucuz bir lokantaya damladık. Baktık Doğukan ve Onur da ordalar. Osman aradı beni o anda. Maraş'tan eski laptop PC'mi yollayacaktı.

Günler böylece akıp gitti ve ben yaşlandım. Kediler dışarıdan geçiyorlardı. Fare beslediği için bir adamı parktan döve döve Beyoğlu polis merkezine götürdü kareteci çocuk polisler. Festus Okey'i öldürdükleri odada adamı dövdüler. Adam altına işedi ve o zamana kadar işkenceye karşı olan aileden solcu polis çocuk da daldı adama. Eller şükür için açıldı insanın doğasında ezilmişe karşı büyük bir nefret yaratan Allah'a.



Görkem Evci:


"Gerçekleri anlatmak merhamet uyandırır." General Housley 


Aslında olaylar hiç de anlatıldığı gibi değil. Ancak bazı sırlar yalnızca kelimelerin ve yüzlerin ardındaki gizli anlamları okumayı bilenler için açıktır. Yüzleri ve kelimelerde gizlenmiş olanları okumayı bilenler, olayların peşini de bırakmazlar. Hikâyelerin gerçeklerini anlatmak bu cesur adamların işidir.

Dün gece İhsan Aslan'la beraber Karacaahmet'in ağladığı sıralarda tepinen Beyoğlu'nun arka sokaklarında yemek yedikten sonra, tinercilerin, travestilerin, göçmenlerin, sokak müzisyenlerinin, sesinin kötülüğüne aldırmadan kahkahaların, bağrışmaların, konuşmaların, çarpıştırılan bira şişelerinin ve bardakların sesleri arasında şarkı söyleyen insanların canlı müzik yaptığı cafe ve barların arasından geçerek bir PlayStation dükkânına gittik. Uygun bir yer bulup oturduk. Keyifli keyifli oyun oynarken hemen yanımızdaki koltukta oturan cellat suratlı bir adamın homurdanarak "Biraz sessiz!" dediğini işittik. Pek anlam veremeyerek oynamaya devam ettik ama bir satır önce suratını cellada benzettiğim bu serseri, arada bir bize bakmayı sürdürdü.

Barcelona- Manchester City maçı devam ettiği sıralarda İhsan Aslan'ın telefonu çaldı. Arayan, motosikleti ile bütünleşmiş bir yazar olarak da bilinen Mehmet Sait Çakar'dı. Geldiğini haber veriyordu. Mephisto'da buluşalım, dedi. Daha önce hem serseri hem de cellat diye andığım o iri yarı herifin rahatsız edici bakışlarından da kurtulduğumuzu hissederek Mephisto'ya doğru yola çıktık. Mehmet Sait Çakar'ı dergi reyonunun başında bulacağımızı biliyorduk. Biraz dergilere baktıktan sonra rahatsız edici bakışlara sahip, cellat suratlı, iri yarı serseri herifin Mephisto'nun hemen girişinde yer alan "Yeni Çıkanlar" bölümünden bizi izlediğini fark ettik. Bu adamın kitaplarla ilgili olamayacak kadar kaba ve aptal olduğu her halinden belliydi.  İhsan Aslan aldığı Komünist, Anarşist, dinsiz, imansız, bölücü bir derginin parasını, önünde Uğur Yücel'in Can Yayınları'nca basılan Yağmur Kesiği adlı öykü kitabının da sıra sıra dizildiği kasaya ödedikten sonra kendimizi İstiklal'e attık. 

Adam peşinde iki kişiyle beraber bizi takip ediyordu. Galatasaray Lisesi'nin önüne kadar hızlı adımlarla geldik. Sonra hemen sola dönerek Masumiyet Müzesi'ne giden yokuştan aşağı doğru koşmaya başladık. Bu yol, Fındıklı'ya kadar iniyordu. Ama biz ilk soldan saparak yüksek tarihî duvarların önünde yer alan açık otoparka kadar koştuk. Buradan merdivenlere tırmanmaya başladık.  Duvarları grafiti yazılarının süslediği bu sokakta merdivenleri ikişer-üçer atlayarak çıkıyorduk ki cellat suratlı adamın tam karşımızda olduğunu görmemizle beraber olduğumuz yerde durduk. Adam yalnızdı. Arkama baktım. Diğer iki adam ortalarda görünmüyordu. Biz anlamsız bir biçimde beklerken adam bize doğru hızla koşuyordu. Yanımıza gelip silahını çekti. Sait Abi, yerden aldığı taşı adamın kafasına sertçe vurdu, ben de kendisinden beklendiği üzere bir ayı gibi böğüren adama yerde bulduğum bir kalasla vurmaya başladım. Adam yere düşünce hep beraber tekmelemeye giriştik. Hızımızı alamıyor vurdukça vuruyorduk. Nihayet adamın inlemeleri de kesilince durduk. Yerler kan içindeydi. Hemen sokağı kolaçan ettik. Kimsecikler yoktu. Koşarak Galatasaray Hamamı'nı geçtik ve ara sokaklardan tekrar İstiklal'e çıktık. Kimse olanlar hakkında konuşmuyordu. Sözleşmiş gibiydik. Telefonum çaldı. Samet Akten nerede olduğumuzu sorunca afalladım. Mephisto'dayız dedim. Ben geldim, Taksim Meydanı'ndayım orada bekleyin, dedi Samet. Hemen Mephisto'ya yöneldik ve kapının önünde hiçbir şey olmamış gibi beklemeye başladık. Samet gelince ağır adımlarla isminin nereden geldiğini merak ettiğim Suriye Pasajı'na doğru yürümeye başladık. Bu arada Sait Abi'nin ayakkabılarındaki kan izlerini fark ettim. Samet, sigara almak için az önce bizim koşturduğumuz sokaklardan biri olan, Galatasaray Lisesi'nin yan tarafındaki sokakta, telefon kulübelerinin yanındaki büfeye gidince hemen Sait Abi'ye ayakkabılarını işaret ettim. Dünden beri akan burnum bir işe yaramıştı: Cebimden çıkardığım kağıt mendili Sait Abi'ye uzattım. Böylece Samet gelmeden bu sorunu da hallettik.

Suriye Pasajı'nda Mustafa Amca'da çay içecektik. Dar merdivenlerden üst kata çıktık. Birkaç tanıdıkla karşılaştık burada. Konuşmaya korktuğumu hissettim. Sanki ağzımı açar açmaz bütün olanları anlatacaktım. (Adam ölmüş müydü acaba?) Yüzümde zoraki bir gülümseme ile arkadaşlara selam verip başka bir masaya geçtik. Garsonun, oturur oturmaz burnumuza dayadığı çayları yudumlamaya başlamıştık ki yanımıza biri geldi. "Oturabilir miyim?" dedi, kibar bir şekilde. Birbirimize baktık. Sait Abi'nin ve İhsan'ın yüzündeki ifadeden telaşlandıklarını anladım. Samet, her şeyden habersiz olduğu için rahattı. Kimdi bu yabancı? Onlardan mıydı? Ya polisse? 

Yabancı, kendini Yavuz Akengin olarak tanıttı. Ben şüphelenmiştim. İhsan her zamanki saflığı ile hemen inanıverdi ve tüm endişesi silindi yüzünden. Siz, dedi, Twitter'da da varsınız, hatırladım. Sait Abi hâlâ gergindi. Belki de o serseriye ilk taşı kendisi attığı için günahsız olup olmadığını sorguluyordu. Yüzleri ve kelimelerin ardındaki gizli anlamları okumakta usta olan ben, Sait Abi'nin yüzündeki karmakarışık duyguları çözemiyordum bir türlü. 

Kendini Yavuz Akengin olarak tanıtan adam, sorularımıza verdiği cevaplarla beni daha da şüphelendiriyordu. Fizik okuduğunu söylüyor, ardından gazetecilik yaptığından bahsediyordu. "Dergiyi Üsküdar'dan aldım" dediğini unutup, buraya da Mephisto'dan Yordam almak için geldiğini anlatıyordu. Şüphelerim artıyordu. Kimdi bu adam? Yıllar önce yayımlanan ve esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan, henüz fotokopi yaygınlaşmadığı için teksirle çoğaltılan ve hakkında pek çok karanlık hikâye duyduğum Yumuşak Ge isimli dergide yazdığını iddia ediyordu. Aylar önce Sait Abi'nin bir arkadaşının yine tam da burada otururken, bu dergi için "Gay'lerin dergisi mi o?" dediğini hatırladım. Yumuşak Ge'nin karanlık geçmişinden sıyrılarak "Hangi sayılarda?" diye sordum karşımda oturan yabancıya. Verdiği bilgileri not ediyordum.

Yavuz Akengin olduğunu söyleyen adam bir süre sonra masamızdan ayrıldı. Bu arada oturduğumuz yere durmadan tanıdık insanların gelmesi de dikkatimizi çekiyordu. Sözleşmiş değildik. Ama sanki herkes bizi ziyarete gelmiş gibi masamıza oturuyor, sonra kalkıp gidiyor, derken başka tanıdıklar geliyordu. Kimsenin "Masa da masaymış ha!" ve "Kaç saattir konuşuyoruz bir kere Oğuz Atay demedik." dememesi dikkatleri celbeden bir diğer gariplikti. Biri hakkımızda bir şeyler mi söylemişti? Televizyonda son dakika olarak fotoğraflarımız mı geçmişti? Niye herkes koskoca İstanbul'da bunca yer varken bu küçük çay ocağına geliyordu? Bu kadar tanıdığı bir araya getiren sır neydi? Hikâyeler, demişti bir romancı, insanları bir arada tutar. Ortak bir hikâyeye inanıyorsak bir aradaydık. Öyleyse ortak bir hikâyeye inanıyor olmalıydık. Bizim (Sait Abi, İhsan ve ben) bir hikâyemiz vardı ve bu hikâyeye başkalarını da bulaştırmak üzereydik ya da çoktan bulaştırmıştık.

Masaya gelen herkesi bizimle beraber tehlikeye attığımızı düşünmeye başladım. Yok yere birçok kişinin başına iş açılabilirdi bu gece bizimle görüştükleri için. Cihat Duman, Doğukan İşler ve Onur Özgen de  hiç ilgileri bulunmayan bir olayın orta yerindeydiler. Tabi Samet de. Cihat Duman'a gelen esrarengiz telefon, işleri daha da karıştırdı. Cihat Duman, telefondaki sesi duyduktan sonra yüzü sapsarı kesildi. Çok hızlı bir şekilde yanımızdan ayrıldı.

Birkaç saat sonra Samet Akten, Mehmet Sait Çakar, İhsan Aslan, Onur Özgen ve Doğukan İşler'le beraber kalktık , İstiklal'de yürümeye başladık. O sırada sirenlerini ısrarla öttüren bir polis arabası ve hemen ardında bir ambulans tüm acelecilikleri ile Taksim yönünden Tünel'e doğru geliyordu. Sait Abi ve İhsan'la göz göze geldik. Acaba adamı yeni mi fark ettiler? Geçen ambulans ve polis arabasının müsebbibi değilmişiz rahatlığı ile kenara çekilip araçların geçmesini sağladıktan sonra yola devam ettik.

İstiklal'de sarı-beyaz ışıkları ile parlayan Demirören AVM'nin önünde Doğukan ve Onur'dan ayrılarak Tarlabaşı Caddesi'ne doğru ilerlemeye başladık. Dönercilerin, büfelerin ve lokantaların çerçevelediği bu dar sokakta 5-10 adım atmıştık ki paldır küldür koşan adamların bağrışları ile irkildik. Arkamıza dönüp bakmamızla kaçmamız arasındaki süre içinde bir göz açıp kapanabilirdi ancak. Tarlabaşı'na inmeden Süslü Saksı Sokağı'na ulaşınca hemen sağa döndük. Sonra yine ilk sağa. İstiklal'e doğru çıkarken kaçmak yerine saklanmanın en akıllıca yol olduğunu fark etmekte gecikmediğimizden sol taraftaki dükkânlardan Beyaz Lokanta'ya daldık. Self-servis usulünce işleyen lokantada kendimizi yemek sırasında bulduk. Ama hiçbirimizin aklından yemek yemek geçmediği için bir süre aşçılara boş boş baktık. Bu bakış bana dünyaya gözlerimi açtığım ilk bakışı anımsattı. O da böyle boş ve şaşkın olmalıydı. Bu kısa anın ardından aklımıza gelen ilk yemekleri alarak boş bir masa bulmak üzere ilerledik. Doğukan ve Onur da oradaydı. Lokantada kendimi kaybederek bağırmaya başladım: Bu da mı gol değil? Bu da mı? Sait Abi ve İhsan beni zor sakinleştirdi. Sonra sakince yemeklerimizi yedik.

Eve gidince ilk işim Yumuşak Ge'nin tüm sayılarına bakmak oldu. Hiçbirinde Yavuz Akengin ismi geçmiyordu. Sabah olunca hemen okulun kütüphanesinde, süreli yayınlar bölümüne gittim. Yedi İklim'in tüm sayılarını istedim. Tek tek inceledim. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Orada da böyle bir isme rastlamadım. Hemen o yabancının "çalıştığım yer" dediği Zaman gazetesini aradım. Bu isimde bir muhabirleri olmadığını öğrendim. Gece, Yavuz Akengin olduğunu iddia eden o esrarengiz yabancıdan ucuz kurtulduğumuzu anlamıştım artık. Şimdi kütüphanede bunları yazıyorum. Bir yandan da her şeyi açıklamış oluyorum tabi. Bunun farkındayım. Ama daha fazla dayanamadım. Sait Abi, İhsan, kusura bakmayın.


Bknz: Yordam Mail grubu https://groups.google.com/forum/?fromgroups=#!topic/yordam/HgQhpRruOT0



2 yorum:

  1. Panpa fotoğraf niye gündüz ?

    YanıtlaSil
  2. Cinayetin gerçekleştiği sokağa giden yolun tek düzgün fotoğrafı buydu.

    YanıtlaSil