11 Ocak 2013 Cuma

yaşadığım kadar iki kere daha yaşamak.



belki seksenlerde yaşamalıydım. bazen sıkılıyorum bu çağda yaşamaktan. bazen etrafımdaki bunca şeyin artık vazgeçilemez şeyler olduğunu düşünüyorum. belki seksenlerde yaşamalıydım, diyorum bazen tekrar. ne bileyim belki 70'lerde. yok yere nostalji yapmak istemem. ama olur böyle bazen.

bazı şeyler olup durmaya, bazı şeyler ölüp durmaya, bazı şeyler geçip gitmeye devam edecek. hiçbir şey yapamayacağız. yapamıyoruz da zaten. ahh o eski zamanlar demek istemiyorum. o kadar eski zamanlarda yaşamadığım da malum. ama bilemiyorum, bazen iyi hissetmiyor insan kendini. sanki eskiden daha iyiymiş gibi geliyor her şey. her şey olmasa bile bazı şeyler işte. haldun taner, "45 marka seksapil" hikâyesinde "her şeyi bir kat daha güzelleştiren hatıraların iltiması" diyor bir yerde. böyledir belki de. sadece hatıraların değil, okunanların, dinlenenlerin de böyle bir iltiması olabilir. insan, geçmişi hatırlamak isteyince -yani en azından bugünden sıkıldığında- hep iyi yönlerini hatırlıyor galiba. ya da böyle bir şey işte.

bu televizyonlar, bu bilgisayarlar, bu telefonlar bizi bozdu demeyeceğim. hayır, hayır öyle demeyeceğim. ama eğer bir işim yoksa sabah kalktığımda bilgisayarın başına oturuyor olmak ya da başkalarının televizyonun karşısına oturuyor olması. oradan sıkılınca  ya da acıkınca mesela telefona uzanmak. twitter'dan dünyaya seslenmek. dünyayla bu kadar çok bağlantı kurup kendimizden o derece uzak kalmak sanki tüm bunlar. dünyanın iyi bir yer olduğunu düşünmüyorum, dünya iyi bir yer değil. eskiden de değildi. ama tüm bunlarla daha da kötüleştiriyoruz sanki: az önce saydıklarımla ve  insanlarla konuşmaya bayılmıyorum ama mesela daha az konuşarak insanlarla. konuşulması gerekenlerle bile. çok kişiyi bilmek ama daha az kişiyle tanışmakla.

eskiden daha mı az derdi vardı insanların? emin değilim, hatta hiç bilmiyorum. çünkü benim eskim yok. iki çarpı on yıl artı birkaç yıl. benim için hepsi bu. başkaları için farklı mı sanki? benim yaşadığım kadar tekrar yaşamış olanlar ve onlar kadar iki kere yaşamış olanlar. dünyada kaç yıla hakimiz? neyi bilebiliriz? neyi görebilir, neyi değiştirebiliriz? artık değişen şeyleri fark edebiliyoruz çünkü çok hızlı bir şekilde olup bitiyor her şey. eskiden fark edilemiyordu bile. yaşadığım kadar iki kere daha yaşamak. ne anlaşılır bu işten? ne görülür, ne bilinir iki kere daha yaşadığım kadar yaşayınca?

konu dağılıyor. diyeceğim o ki öyle tahmin ediyorum en azından eskiden daha az derdi vardı insanların. daha az şeyle ilişki kurarsanız daha az derdiniz olur çünkü. ama hiç görmediğim ve hiç de görmeyeceğim bir adamın yazdıklarını aynı saniye içinde görebildiğim için mutsuz oluyorum mesela. sinirleniyorum, üzülüyorum, bunlarla beraber mi yaşıyoruz ulan biz diyorum. ne bileyim umudumu kaybediyorum yok yere. twitter'a bir göz atınca mesela. facebook'ta şöyle bir bakınınca. birkaç gün girmedim buralara. derdimin azaldığını hissettim. bu kadar çok insan görmek, bu kadar çok insanın üzüntüsüne ya da sıkıntısına hatta mutluluğuna şahit olmak yorucu. en iyi ihtimalle yorucu. sadece bununla kalmıyor tabi. sevdiğimiz, sevmediğimiz bir sürü insan. yüzüne bakmazsın ama sanal alemde fikirlerini kusuyor sana karşı. yanında olsa bilmezsin ama her anını biliyorsun. insanların sadece ne olduklarını görmek değil sorun, ne olmak için çabaladıklarını da görüyorsun ya, işte o da acayip. bu kadar çok insanla ilişkide olmak mutsuz eder insanı. buna inandım. inandım değil böyle bu. facebook'tan bizi her ekleyene maruz kalmak, mutsuz eder insanı. böyle kimi görsem, maruz kalmaktan kurtulmak için paylaşımlarını görmemek istediğimi facebook'a bildiriyorum. sağ olsun, böyle bir imkân da sunmuş bize! kim kendini hiç tanımadığı hayatların içinde bulmak ister ki? tanımadığı, belki bir ismi bile olmayan insanların başının ağrıdığını, ağladığını bilmek kimi mutlu eder? beni etmiyor. mutlu etmiyor ama bu kadarla da kalmıyor, mutsuz ediyor üstelik.

seksenlerde yaşasaydık bakkalı bilirdik, bakkal bizi bilirdi. büyük şehirdeysek birkaç minibüs hattı bilirdik. valla hatlar bile bizi bilebilirdi, o derece. birkaç sima tanırdık, tanıdığımız kadar bilir, bildiğimiz kadar tanırdık işte. birkaç dizi olurdu. birkaç gazete. birkaç kanal hatta kaç bile değil, sadece bir. ne izleyeceğimizi bilirdik böylece. ne okuyacağımızı. her ne lazımsa onu bilirdik. sadece o kadarını. sadece o kadarı, zaten var olan kadardır. yani öyleydi.  öyleymiş. fazlalık mutsuzluktur. yani öyle. öyle olacak.

doksanları niye es geçtim? sadece bildiğimden değil. çok bildiğim de yok zaten. doksanlarda kendimi bilmekle meşguldüm henüz. doksanların, ikibinlere geçişten başka fonksiyonu yoktur. doksanlar, "geçiş" olmanın verdiği duyguyla kendisinden önce gelenden de, sonra gelecek olandan da kötüydü. ikibinlerde oturacak olan, artık alıştığımız onca şey doksanlarda yeniydi ve bu yenilik müthiş bir kirlilik demekti. ne yapacağını, ne edeceğini bilmeyen insanın halidir doksanlar. seksenler-doksanlar-ikibinler çizgisinde insan evreleri bakımından ergenliğin ta kendisidir bu dönem. ama burada doksanlardan bahsediyorum, doksanlarda yaşamış birinin hatırlarından değil. dedim ya, hatıralar elbette güzeldir.

işte o yüzden aşağıdaki paragrafı yazdım.

insan büyüdükçe o kadar da güzel şeyler olmuyor artık. yani "artık" burada fazla bir kelime olabilir, eskiden de olmuyordu belki. çünkü hep uzaklaşıyor insan. kendisinden, doğduğu yerden, büyüdüğü yerden, ailesinden, sonra çocuklarından yani tekrar ailesinden. en son dünyadan. hep uzaklaşmak demek, hep özlemek demektir. çocukluğunuzu bir şehirde, gençliğinizi bir şehirde bırakırsanız oralara doğru bakıp özlersiniz. ailesini, sevdiklerini bir şehirde bırakırsa insan, o yöne doğru bakıp hatırlar. hatırladıkça peşi sıra devamı gelen o anıları özler. o günler güzel olmasa bile özler. çocukken içtiği bir bardak çayı özler, ya da içemediği, yerine oralet içtiği. ailesi ile oturup izlediği saçma sapan şeyleri özler. erken yattığı için sonunu asla göremediği filmleri bile. çocukluğundan uzaklaşırken, uzaklaşmanın son evresine gelenleri, bu dünyadan uzaklaşanları görür. onları özler. gitgide dağılan, durmadan birbirine uzaklaşan hayatların bir arada olmasını özler. çocukken tam boyuna göre gelen ikili koltuğa uzanabilmeyi özler. onu o koltukta görenler de onu orada görebilmeyi özler. onu o koltukta görenler üç-beş hayatın birbirinden nasıl uzaklaşıverdiğini görüp o günleri özler. sofraya bir tabak daha koymayı özler. evde bir "ses" olmasını özler. o "sese" bağıran ve artık "son uzaklaşmaya" yaklaşmış bir kadın belki o sesi özler. o seslerin küçük vücutlar olup, sonra bir araya gelerek ağaçların tepesine çıktığı vakitler vardır. ağaçların, onları mutfağın camından kollayan sahipleri vardır. onlar da özler, o seslerin küçük vücutlar olup ağaçlarına tırmanmalarını özler. çok parası da olsa babasından harçlık almayı özler insan. her gece geç yatabilse de birazcık daha geç yatabildiği cuma gecelerini özler. hafta sonu kalabalık bir kahvaltıyı özler. kalabalık bir akşam yemeğini her zaman özler, sofraya bir tabak daha koymayı özleyenlerle aynı anda ya da biraz öncesinde, biraz sonrasında. her gece dışarı çıkabilse de çarşıda atılan bir turu, her zaman dondurma yiyebilse de o akşam alınan bir külah dondurmayı özler. insan, kapının zile basıldığında açılmasını özler. anahtar taşımak zorunda olmadığı günleri. anahtarı paspasın altında bulabildiği günleri ya da. 'insan sesi' ile uyanabilmeyi. bir bebeğin sesi ile uykusunun bölünmesini. her şeyin başka anlamlar ifade ettiği zamanları özler. yağmurun, karın, kahvaltının, tatilin, mutfaktan gelen bir tıkırtının.

kimse büyümemeli. zamanın bir yerinde olduğu yerde kalmalı insan. herkes o özleyeceği ve özlendiği zamanların içinde kalmalı. bir anne çocukluğunu özlüyorsa orada kalmalı. çocuğu, büyüdüğü zaman o vakitleri özleyecekse eğer, o yaşta da kalmalı anne çocuğu ile beraber. herkesin özlediği zamanda kalmalı ayrı ayrı. dedesi için 9, kendisi için 11, çocuğu için 36, işte her neyse o yaşta kalmalı bir anne. bir baba. ya da bir çocuk. zaten her baba bir çocuk her çocuk da bir babadır özlenen zamanlarda. özlenen her zamanda farklı farklı kalabilmeli insanlar. herkes için farklı bir yaşta. büyümeden, yaşlanmadan. dünya o zaman iyi bir yer olurdu galiba.

bunun gibi bir şeyler işte. zaman geçiyor yani. bütün diyeceğim bu olsa bunları yazmazdım tabi ama zaman geçiyor yine de. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder