24 Aralık 2012 Pazartesi

Tepenin Ardı: Gılgamış’tan Bu Yana Aynı Hikâye




-Dikkat! Çok miktarda spoiler içerir!-




Tepenin Ardı filmini çok merak ediyordum. Gösterime girdiği ilk günden itibaren filmi izlemek için büyük bir istek vardı içimde. Film hakkında çok şey okumuş değildim. Sadece çok ödül aldığını biliyordum. Bir şeyler okumamış olmam da bilinçli bir tercihti. Ama hakkında pek de bir şey bilmediğim bu filme sadece fragmanını izleyerek ve ufak birkaç not okuyarak gitmek istemem garipti doğrusu. Belki de içgüdüsel bir şeydir. Ama filmden çıkarken duygularımın beni yanıltmadığını görmek gerçekten sevindiriciydi.

Tepenin Ardı pek çok açıdan okunabilecek, hakkında çok şey söylenebilecek, üzerinde çeşitli yazılar yazmaya müsait bir film. Bu bakımdan oldukça “yoğun” olduğunu söylemek gerek. Elbette bu, filmin başarılarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Farklı okumalara açık zengin bir hikâyeye sahip olan film, insanların kendinden olmayanları ötekileştirmesi, durmadan bir günah keçisi yaratıp sorunları kendilerinden uzak tutması bakımından incelenebileceği gibi sınıfsal bir bakış açısı ile mülkiyet açısından da izlenebilir.

“Ötekinin En Önemli İşlevi ‘Biz’i ‘Biz’ Haline Getirmesidir”

Aslında bu üç meseleye de baktığımızda filmin temel olarak insanlığın çok eski meselelerini tartıştığını görüyoruz. İnsanoğlu öteden beri bir “biz” oluşturma telaşındadır. Bunun için çok farklı kavramların etrafında bir araya gelip “biz” olmaya çalışmıştır. Bir totemin etrafında toplanmışlardır önce. Aynı toteme inananlar aynı aileden sayılmıştır. Kan bağının göz ardı edildiği bir dönemdir bu. Sonra kan bağı da girer devreye. Artık aynı “kan”ı taşıyanlardır “biz”i oluşturanlar. Derken biraz daha genişler bu durum: Etnisitenin etrafında bir araya gelebilir insanlar. Ya da siyasî bir gücün, bir dinin… Aynı toprak üzerinde yaşamak da “biz” olmaya yeter bazen. Bugün için durum çok daha karışıktır. Eskiden de kısmen böyle olmakla beraber bu “bizi” oluşturan bağ, bugün daha çok çıkarlarla örülmektedir. Tepenin Ardı’ndaki “biz” de daha çok ekonomik çıkarlar etrafında toplanarak meydana gelir.

Faik, onun oğlu Nusret ve Nusret’in oğulları Zafer ve Caner kan bağı ile birbirlerine bağlı olsa da onları Mehmet ve Meryem ile birleştiren, sonra da  “ötekilere” karşı beraber hareket etmelerini sağlayan dürtü ekonomik çıkardır. Burada söylemem gereken asıl şey “bizi biz” yapanın “ötekiler” olduğudur. Ali Kemal Yılmaz (Sevda Yılmaz), Natama’nın birinci sayısındaki yazısında ötekiler üzerine düşünürken bu konuyla ilgili çok yerinde saptamalar yapıyor.* Bizin penceresinden ötekiyi tanımlarken ötekinin “düzeni, istikrarı, ahlâkı” bozduğunu söylüyor ve “ötekinin en önemli işlevinin ‘biz’i ‘biz’ haline getirmesi” olduğunu belirtiyor. 

Filmde önce ötekileştirilip sonra düşmanlaştırılan Yörükler aslında izleyicinin birbirlerine karşı hiç de dürüst olmadıklarını bildiği karakterlerin birlikte hareket etmesini sağlamaktadır. Sülü, Nusret’in vurulmasını; Caner köpeğin öldürülmesini Yörüklerin üzerine bırakarak ötekilere bir işlev daha yüklemektedir: Günah keçisi olmak. Filmde görmemiş de olsak kuvvetle muhtemel Mehmet’in ağaçları kırması da Yörükler’in üzerine kalacaktır. Ötekiler, hem birlik olmayı kolaylaştırmakta hem de bu birliğin dağılmasına sebep olabilecek eylemlerin müsebbibi olarak gösterildiğinden birliğin garantisi olarak durmaktadır.

Ötekilerin bu filmde Yörükler olarak ortaya çıkması ise yine çok eski bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatır bize. İnsanlığın en eski yazılı metni olan Gılgamış’ın da aslında bu sorun etrafında döndüğüne dair yorumlar vardır. Gılgamış ve Enkidu ikilisi üzerinden medenîler/yerleşik olanlar ve medenî olmayanlar/göçebeler arasındaki ilişkinin anlatıldığı ve bu dönüşüm sürecinin işlendiği söylenir. (Konuyla ilgili bazı düşüncelere şuradan da ulaşılabilir: http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/119.pdf) Bin yıllar sonra Osmanlı’nın da başını ağrıtan en önemli meselelerden biridir bu: Göçerlerin iskânı. Öyle ki bu sebeple ortaya bir kahraman bile çıkmıştır. Köroğlu, bize o günlerden miras kalmıştır. Filmde de bu olaylardan yüzlerce yıl sonra yine aynı mesele ile karşı karşıyayız.**

Sınıfsal İlişkiler

Yörüklerle, yerleşik olanların mücadelesi elbette sınıfsal bir mücadeledir aynı zamanda. Çünkü Yörük için sınır yoktur. Bahçesi yoktur ki Yörük’ün, bir de ona “çit” çekebilsin. Faik ise üstüne basa basa bu toprakların onun tapulu malı olduğunu söyler. Bu yüzden Yörüklerin yaşam tarzı ona göre tamamen “düzen bozucudur”. Yani yukarıda aktardığım öteki tanımına birebir uygundur. Filmin tek sınıfsal yönü bu değil: Faik ve onun yanında çalışan Mehmet’in arasındaki ilişki de bu açıdan değerlendirilebilir. Zira Faik bütün malların sahibidir. Mehmet ise onun yanında çalışmaktadır sadece. Faik’in karakteri ve eylemleri ile de bu ayrım daha da görünür kılınmıştır filmde. Faik sürekli bağırmakta, Meryem, Mehmet ve oğulları Sülü de onun istekleri için koşuşturmaktadır. Şenay Aydemir’in de temas ettiği “Nusret’in Mehmet’in karısı üzerinde sınıfsal üstünlüğünden kaynaklı bir ‘hak’ iddia edişinin ardında yatan güdü” de bu mülkiyet meselesidir.*** Tabi Meryem’in filmdeki tek işlevi bu değildir. Sınıfsal çelişkiyi kadın-erkek açısından da ortaya koyar Meryem. Meryem, filmdeki tek kadın olarak erkekleri itidale davet etmektedir. Ancak Zafer öldükten sonra jandarmaya haber verilmesini söylemesi Meryem’in çocuğa bakmak için eve gönderilmesi ile cevaplanır. Yani kadın, erkeklerin egemen olduğu o hayatta erkeklerin gözünden en uygun görüldüğü yere gönderilmiştir yine: Evine.

Filmin siyasal içeriği bu sınıfsal ilişkilerle sınırlı kalmaz. Zafer’in filmdeki işlevi de başlı başına siyasîdir. Zafer, askerden sonra bir travma yaşamıştır ve psikolojisi oldukça bozuktur. İçine kapanık olan genç adam sürekli hayaller görür. Zafer’in; bu sorunları, askerlik sebebi ile yaşıyor oluşu manidardır. Zira orada da başka bir öteki ile savaşırken bu hale gelmiştir. Yeni “ötekilerle” olan savaşta ise eskisi kadar bile “şanslı” olmayacaktır.


Patlayan “Tüfekler”

Filmin en iyi yanlarından biri hiçbir gereksizlik barındırmıyor oluşu. Ufacık bir diyalog bile bir yerde mutlaka anlamlanıyor. Çehov’un o meşhur sözü gerçekleşiyor yani. Filmdeki “tüm silahlar” filmin sonunda patlıyor.

Patlayan silahlardan biri gerçek anlamda silah. Filmin neredeyse başından beri gördüğümüz silahın bir şekilde patlayacağı izleyiciye sezdiriliyor. Caner’in, Sülü gelirken ateş etmesi ile gerilim başlıyor. Çocuğun silaha düşkünlüğü ve bu konudaki ciddiyetsizliği bizi silahın patlamasına hazırlıyor.

Filmde patlayan ikinci silahsa Sülü’nün keskin nişancı olması. Nusret vurulduktan sonra elinde silah gördüğümüz tek kişi Zafer’dir. Zafer’in psikolojik sorunları sebebi ile böyle bir şey yapacağı düşünülebilir. Belli ki yönetmen de bu kafa karışıklığını az da olsa yaratmak istiyor. Fakat burada yine Faik’in Caner’e nişan almayı öğrettiği sahneye dönüyoruz: Faik, keskin nişancılığı Caner’e Sülü’nün öğretebileceğini söylüyor. Demek ki Sülü keskin nişancı. Filmde bunun anlamlandığı tek yer ise Nusret’in vurulması. Nusret’in epey uzaktan vurulduğunu bildiğimize göre filmin karakterleri arasında bunu yapabilecek olan tek kişi Sülü’dür. Zaten, Nusret’in Meryem’in yanına girdiğini de sadece o görür.

Filmde patlayan bir diğer silah ise “kamuflaj”. Hayalinde askerlerle konuşan Zafer, sürekli kamuflajının hazır olduğunu söyler. İntikâlin sürü ile beraber yapılmasının ne anlama geldiği de yine Zafer vurulana kadar havada kalan bir husustur. Fakat Zafer’in vurulması ile bu konuşmalar da anlamlanmış olur.

Esasen bu filmde yönetmenin daha az şey anlatmasını bekleyebilirdik. Yönetmen bu noktaları daha üstü kapalı da anlatabilirdi. Bu durumda biz de karakterlerle aynı yerden izlemiş olurduk olayları. Şimdi her şeyi biliyoruz. Örneğin ağaçları Mehmet’in kırdığının gösterilmesi bir fazlalık olarak değerlendirilebilir. Eğer bu sahne gösterilmeseydi izleyicilerin bu sonucu tüm bu ilişkilere bakarak çıkarması çok da zor olmayacaktı.

Tepenin Ardı son zamanlarda izlediğim/okuduğum “hikâyeler” arasında en iyilerinden biriydi. En iyisi desem de diğerlerine haksızlık etmiş olmam sanırım. Hakikaten bu kadar az kişiyle, bu kadar az mekânda, bu derece yoğun bir hikâye anlatmanın büyük bir başarı olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken akşam ateşin başında oturulan o sahnelerde Bir Zamanlar Anadolu’da geldi aklıma. O sahneleri Nuri Bilge Ceylan bakışı ile izlemek hiç fena olmazdı doğrusu. İzlememiş olanların mutlaka izlemesi gereken bir film. İnsan ilişkilerini, bu kadar basit olaylar üzerinden böyle “büyük” anlatılara bağlamayı ustalıkla becermiş Emin Alper.



* Ali Kemal Yılmaz (Sevda Yılmaz), “Ötekiler Kimleri Ötekileştiriyor,” Natama, 1 (2012) 68-69
** İnsanların tarih boyunca kendilerinden olmayanları “canavarlaştırmasına” da iyi bir örnektir Gılgamış. Enkidu’nun henüz şehre gelmeden önceki tasvirleri ya da daha sonra Enkidu ve Gılgamış’ın beraber öldürdükleri Humbaba bunu açıkça gösterir. Oğuz Kağan destanında da babasını öldüren Oğuz Kağan’ın korkunç bir hayvanı öldürmüş gibi anlatıldığını görürüz. Kürtlerin kuyruğu olduğunun söylenmesi de bundan farklı bir şey mi? Filmde Yörüklerle ilgili söylenenler de bu “başka türlü görmenin” bugüne uyarlanmış, biraz yumuşamış şeklidir sadece.
*** Şenay  Aydemir, “Hani 'sıfır sorun' olacaktı,” Radikal http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1112098&CategoryID=120 (Erişim: 24.12.2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder