29 Ağustos 2012 Çarşamba

Mavi Kuş’un Sırtında Huzursuz Bacak’la Anadolu Yakası’nda Dolaşmak



Mustafa Kutlu’nun son kitabı Anadolu Yakası, Anadolu’dan İstanbul’a okumaya gelmiş yoksul fakat azimli bir çocuğun yıllar sonra özel bir televizyon kanalına sahip olmasını konu ediniyor. Başka göndermeler içermekle beraber kitaba adını veren “Anadolu Yakası” bu televizyon kanalının ismi. Kitap, nehir söyleşi biçiminde yazılmış bir uzun hikâye. Ya da belki “kurmaca bir nehir söyleşi” demeliyiz bu kitap için. Zira kapağında da “Nehir Söyleşi” şeklinde tanımlanan kitabın neredeyse tamamı diyaloglardan oluşuyor. Bu bakımdan Anadolu Yakası bir öyküden çok, biçim itibari ile bir tiyatro metnini yahut kitabın kapağında da yazdığı üzere bir söyleşiyi getiriyor akla. Kitapta diyalog harici tasvirler, anlatımlar nadiren görülüyor.

Biçimi itibari ile ilginç olarak nitelenebilecek bu kitabın, Kutlu’nun üslubu için iyi bir imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Mustafa Kutlu okurlarının yakından bileceği üzere Kutlu, konuşma diline yakın bir dille, çok süslü ve sanatlı cümleler kurmadan anlatır hikâyelerini. “Konuşma diline yakın” ifadesi, bu kitapta tam manası ile karşılık buluyor hatta biraz eksik bile kalıyor. Kitabın hemen hemen tamamı diyaloglardan oluştuğu için kitabı okurken iki kişinin karşılıklı sohbetini dinliyormuş hissine kapılmak mümkün. Kitabın dili ile ilgili bu husus kelimelerin yazımına da yansımış: Yabancı dilden Türkçeye geçen “kral, film, tren” gibi kelimeler halkın telaffuz ettiği gibi “kıral, filim, tiren” şeklinde kullanılmış kitap boyunca.

Anadolu Yakası fikir ekseninde yazılmış bir kitap. Kitapta hikâyenin akışı içinde birçok sorun tartışılıyor ve kitabın başkarakteri olan, Anadolu Yakası” isimli kanalın sahibi Muzo Gönül aracılığı ile bu sorunlara çözümler sunuluyor. Ele alınan sorunlara ve çözümlere baktığımızda hikâyede “yazarsal anlatıcı” ve  “yazarsal karakter”in yardımı ile Mustafa Kutlu’nun fikirlerinin okura aktarıldığını görüyoruz.

Bu noktada bir parantez açıp “yazarsal anlatıcı” ve “yazarsal karakter” kavramlarını tanımlamakta fayda var. Yazarsal anlatıcı, hikâye ya da romandaki olayları, duyguları muhataba/okura aktaran ve bazı özellikleri, meseleler karşısındaki davranışları, düşünceleri sebebi ile yazarla özdeşleştirilebilecek “ses”e ya da karaktere verilen isimdir. “Ses” diyorum çünkü bir hikâye ya da romanda anlatılanları okura aktaran, her zaman olayların içinde bulunan somut bir karakter olmayabilir. “Yazarsal karakter”e gelecek olursak şunu söylemem gerekir ki esasen literatürde böyle bir kavramın bulunup bulunmadığından emin değilim, bulunuyorsa bile çok yaygın olmasa gerek. Bu kavramla kastettiğim şey hikâyeyi, romanı anlatan kişi olmamakla beraber söyledikleri ile “yazarın sözcüsü” konumunda değerlendirilebilecek karakterlerdir.

Anadolu Yakası’nın başlıca iki karakteri gazeteci Erol ve kanalın sahibi Muzo Gönül. Kitap, Erol’un anlatımı ile başlıyor. Muzo Gönül’le kanalda çıkan “taciz iddiaları” sebebi ile görüşmeye giden Erol, bu konudan bir haber çıkmayınca adamın hayatının bir başarı hikâyesi olabileceğini düşünerek nehir söyleşi yapmaya karar veriyor. Bu kısımları ve sonrasında röportaja ara verildiğine dair bilgileri hep Erol’un ağzından öğreniyoruz. Muzo Gönül’ün konuşmaları genellikle tırnak içine alınmadan doğrudan konuşma çizgisi ile gösterilse de böyle olmadığı zamanlarda olayları ve konuşmaları aktaran kişi yani hikâyenin “anlatıcı”sı Erol.  Ancak anlatıcının Erol olmasına rağmen Muzo Gönül’ün konuşmaları kitapta daha uzun bir yer tutuyor. Erol sadece soruları sorduğundan Muzo Gönül kitapta anlatılan asıl olayları aktaran kişi durumunda. Yine de hikâyenin anlatıcısı Erol olduğu için bir önceki paragrafta bahsi geçen “yazarsal karakter” kavramını kullanmak durumunda kalıyorum. Bu karakter de şüphesiz Muzo Gönül. Yazar, Muzo Gönül aracılığı ile okura sesleniyor Anadolu Yakası’nda. Tabi yorum yaptığı kısımlarda Erol’un da genel itibari ile Muzo Gönül’le aynı düşüncelere sahip olduğunu anlıyoruz.

Muzo Gönül aracılığı ile sinema, televizyon, müzik, sanat-zanaat ve kadın-erkek ilişkileri, aile kavramı, tarım, ekonomi, siyaset gibi pek çok konuya değinilen kitap Kutlu’nun birçok metninin ortak özelliği olarak gösterebileceğimiz “duygusallık” temasından uzak. Açıkça verdiği mesajlar sebebi ile duygusal bir hikâyeden ziyade didaktik bir kitap olan Anadolu Yakası bu özelliği ile Mustafa Kutlu’nun ilk baskısı 2008 yılında yapılan Huzursuz Bacak isimli kitabını hatırlatacaktır okurlara. Yazarın fikirlerini okura iletmekte kullandığı araçlar bakımından da bu iki kitap arasında sıkı bir ilişki vardır. Örneğin Huzursuz Bacak’ın başkarakteri ve anlatıcısı olan Ömer Faruk, kitabın bir yerinde konferans vermekte ve burada yazarın okura iletmek istediği fikirleri dile getirmektedir. Yine aynı kitapta başkarakter, bir edebiyat dergisinde “Mustafa Kutlu imzalı bir hikâyeye” rastlar. Bu hikâyenin işlevi de okura bazı mesajlar iletmektir. Aynı şekilde Anadolu Yakası’nda da Kutlu’nun Mavi Kuş isimli kitabından bir alıntı yapılıyor. (AY, 130) Muzo Gönül, Erol’a “şimdi sana taşra ile ilgili iki yazarın birkaç cümlesini okutacağım” diyerek önce taşrayı yeren “Dar ufuklar, kahredici bir yeknesaklık, boğucu bir taassup, iletişim evreninin kısalığı, cemaatlere sıkışmış kısır bir kamu âlemi, yabancı olan her şeyi tuhaf bir bitkiymiş gibi algılayan yabani bir hâl, vasatlığın hizaya sokucu egemenliği.” paragrafını okutuyor. (AY, 127) Ardından da Mavi Kuş’tan “O yıllarda taşra böyledir. Küçük ve sıcak. Yoksul ve samimi. İçedönük ve derin.” diye başlayan paragrafı... Burada alıntıların kime ait olduğu belirtilmiyor. “Taşraya iki farklı bakışı” göstermek için yapılan bu alıntıların ilki de Tanıl Bora’nın Taşraya Bakmak kitabından. Ayrıca kitapta bir başka köşe yazısından daha alıntı yapılıyor. (AY, 183) Erol’un Muzo Gönül’e televizyon hakkındaki fikirlerini sorması üzerine bir yazı uzatıyor Muzo. Burada da yazının kime ait olduğu belirtilmiyor. Yazarın okurlarına doğrudan doğruya bir fikir iletmek için kullandığı bu yazı da Gökhan Özcan’ın “Hayat yiyen kısa metrajlı canavar!” başlıklı köşe yazısı.

Anadolu Yakası’nın Mavi Kuş’la olan tek bağlantısı bu alıntı değil. Bir televizyon kanalı sahibi olan Muzo Gönül, bu işlere sinema ile adım attığı için kitapta sinema ile ilgili de pek çok düşünce öne sürülüyor, bazı tespitler yapılıyor. Yeşilçam’dan bazı film ve yönetmen isimleri geçiyor kitapta. (AY, 90; 139 vd.) Anadolu Yakası, Uzun Hikâye’nin filme uyarlandığı şu günlerde Kutlu’nun ve hikâyelerinin sinema ile ilişkisini bir kez daha ortaya koyuyor.

Yazarın karakterle olan bir başka bağını da futbol olarak gösterebiliriz. Muzo Gönül, işi ile ilgili meseleleri açıklarken ya da başka konulardan bahsederken sık sık futboldan örnekler kullanıyor. Mesela taşrada yabancının el üstünde tutulduğunu anlatırken “Futbol dünyası bile böyle, yabancı bir futbolcu vasat bile olsa ilgi görür.” (AY, 128) diyerek meseleyi açıklıyor Muzo Gönül. Kitabın sonlarına doğru da çocuk şarkıcı yetiştirmekle alt yapıdan futbolcu yetiştirmek arasında bir ilişki kuruyor Muzo. (AY, 201) Kitabın daha birçok noktasında futbolla ilgili göndermeler mevcut. Spor yazarlığı da yapan Kutlu’nun futbolla ilgisi düşünülünce yazarla karakter arasındaki bağ bu açıdan da görülebilir.

Kutlu’nun fikir dünyasını bilenler onun sanat ve zanaat arasında bir ayrım yapmadığını, kültürel olarak bu ikisini ayırmayan bir düşünceye sahip olduğumuzu iddia ettiğini anımsayacaklardır. Bu kitapta aynı şeyleri bu kez Erol’un düşündüğünü görüyoruz. Anlatıcının da başkarakter gibi yazara yakın bir mesafede konumlandırıldığının en net kanıtlarından biri bu düşünceler. Erol, sanatçıların anlaşılmak istemesinden yola çıkarak düşünmeye başlıyor ve sanatçıların neden kendilerini diğer insanlardan ayırdığını sorguluyor. “Mezar taşı yontan da sanatçı. O da bir çocuk mezarı için yonttuğu taşı, taşa yazdığı sanatlı yazıyı kuşaktan kuşağa taşımıyor mu?
  Bu da doğru. Ama o zenaat erbabı. Abartmayalım, zenaatla sanatı fazla ayırmayalım.” (AY, 159) diyerek meseleyi kısaca sonuca bağlıyor.

Muzo Gönül’ün kurak bir yer olsa da köye, büyüdüğü topraklara duyduğu özlem, toprağa bağlılığı, eskiye olan ilgisi Kutlu’nun birçok hikâyesinde öne çıkan bir durum olarak bu kitapta da mevcut. Kutlu’nun köşe yazılarında da bu meseleleri çokça işlediğini biliyoruz. Muzo Gönül’ün bu düşüncelerinde diğer hikâyelerdeki karakterlerden farkı okumuş, bilgili ve bilinçli biri olarak bunları söylemesi. Diğer hikâyelerde bu tür şeylerin özlemini çeken yahut bunların güzelliklerinden bahseden karakterler meseleye duygusal olarak yaklaşmaktadır genellikle. Burada Kutlu, Muzo Gönül aracılığı ile yine fikirlerini okura açıkça sunmakta, bir olay ya da diyalogla dolaylı bir mesaj vermek yerine doğrudan doğruya bu meselelerden bahsetmektedir.

Kitabı okuyanlar belki Muzo Gönül’ü iyi bir karakter olarak görmeyebilirler bazı noktalar sebebi ile. Mesela bacanağının kanaldaki kızlara sarkıntılık etmesini “Onunkisi sade dilinde…” diyerek büyük bir sorun olarak görmez Muzo Gönül. (AY, 8) Bu, ahlâkî bir sorun gibi algılanabilir ve bunun yazar ile karakter arasındaki bağı zayıflattığı iddia edilebilir. Oysa satır aralarını dikkatli okuduğumuzda Muzo’nun her şeye rağmen iyi bir karakter olduğunu görürüz. Çocuklarına çok düşkün, iyi kalpli, yardımsever, ahlâkî olarak da sağlam biridir Muzo. Örneğin Yuva Hanım, Muzo Gönül’e bir program formatı sunar. Muzo bu formatı ahlâkî bulmayarak çok sert bir tepki verir. (AY, 96) Ya da küçük bir olay daha örnek verilebilir: Muzo, kedileri sevmemesine rağmen kanalda gezen bir kediye acıyarak onun kanalda kalmasına izin verir ve kedi adeta kanalın maskotu olur. (AY, 36) Bu da Muzo’nun iyi kalpli, merhametli biri olduğunu gösteren küçük bir örnek olarak görülebilir. Yine yıllarca İstanbul’da karısından ayrı kalıp onu aldatmamış, terk etmemiş, bu tür teklifleri geri çevirmiş olması da ahlâkî bir mesaj olarak anlatılmaktadır. Kitapta Muzo Gönül’ün iyi ahlâklılığına, yardımseverliğine dair daha pek çok örnek mevcut. Muzo, bazı ufak dejenerasyonlara maruz kalsa da iyi bir örnek olarak sunulmaktadır.

Anadolu Yakası, karakterlerin doğrudan ve dolaylı sözleri, hareketleri, tutumları aracılığı ile okura sinema, televizyon, gündelik ilişkiler, hayata dair genel ve büyük düşünceler hakkında mesajlar vermektedir. Bu, genellikle fikirleri bakımından yazarla özdeşleştirilebilecek olan başkarakterin düşünceleri ile yapılmaktadır. Başkarakter Muzo Gönül, bazı açılardan yozlaşmış da olsa her şeye rağmen direnmekte olan bir karakter olarak çizilmiştir. Kitabın ve kanalın ismi olan “Anadolu Yakası” bu açılardan da okunabilir. “Anadolu” her şeye rağmen kendini muhafaza etmektedir. Yazarın siyasî/düşünsel duruşu da bu göndermeyi mümkün kılar.



İtibar, 11, Ağustos 2012


4 yorum:

  1. Hacı abi iyi güzel de bu Muzo Gönül'ün şahsında muhafazakarlığı ve bunu güzellediği için Kutlu'yu daha iyi eleştirmeni beklerdik. Al sana o muhafazakar tavırlardan en sinir bozucu olanı: Televizyonda Amerikalı sevgilisiyle öpüşürken yakalanan kanalın gözde isimlerinden falan kadın (adını unuttum) Muzo tarafından korunur, ona hiç söz söyletilmez, çifti o halde yakalayan ve Amerikalı çocuğa yumruk atan elemanı haşlar da haşlar. Rezil bir durum yani. Daha bunun gibi bi sürü şey: Televizyonu yerden yere vur, kapitalizm eleştirisi filan yap, ama sektörün içinde deli gibi çırpın ayakta kalmak için. Muhafazakarlık bu çelişkinin adıdır işte. -Ammar Kılıç-

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısın Ammar. Ama bu yazının konusu içinde değil söylediklerin. Sosyolojik değil, metin temelli teknik bir inceleme yaptım. Yazıyı, yazarın anlatıcı ile olan bağı üzerine kurdum. İlk iki giriş paragrafı hariç tüm paragraflar buna ayrıldı. Ben bu bağlantıyı ortaya koydum. İşin bu tarafını (senin söylediğin tarafını) da bir başkası oturup yazabilir ya da yine ben yazabilirim. O yazının ardından "Hayır yazar anlatıcı ile aynı düşünmüyor. Onu eleştiriyor." diye bir şey söylenirse o zaman bu yazı referans olabilir.

      Muzo elbette bir İslamcı ya da adına her ne denirse devrimci, aktif, sağlam siyasî duruşa sahip bir kişi değildir. Sıradan, tam bir yurdum insanı, senin de dediğin gibi muhafazakar. Söylediklerinde haklısın. Ama dediğim gibi ben meselenin bu yönünü ele almadım. Söylediklerinin aksini de iddia etmedim yazıda.

      Sil
  2. Sevgili kardeşim Görkem yine kendi üslübunla çok güzel bir tahlil etmişsin. Bunlar için sana minnettarız.

    Söylediklerinin hepsine katılmakla beraber [ben de bu hikaye kahramanları ağzıyla yazarın düşündüklerini aktardığını düşünüyordum] bunun aslında tam olarak böyle olmadığını Mustafa Kutlu'yu ziyaret ettiğimde bizzat kendisi söyledi. "Elbette yazar kendi fikirlerini yansıtacaktır lakin olayın gidişatını da göz ardı etmemek gerek" dedi.

    Aslında genel itibariyle baktığımızda yazarla eserini birbirinden bağımsız düşünmek olmaz ama kahramanı tamamiyle yazarla özdeşleştirmek de abes kaçar.

    Bu ve adı geçen diğer hikayelere bu nazarla bakmanın daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim.

    Tahlil için teşekkür edip gelecek yazılarını dört gözle bekliyorum. Vesselam :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elbette yazar ve anlatıcıyı tüm anlatılarda tek bir ses olarak kabul edemeyiz. Ben bu yazımda, söz konusu öyküde karakterler ve yazarın hangi noktalarda aynılaştığını gösterdim. Dolayısı ile bu öykü için bundan bahsedebileceğimizi düşünüyorum büyük ölçüde. Bir yazara, yazdığı şey hakkında soracağımız sorularla bir metni aydınlatmak da doğru olmaz. Yazarlar, tüm gayretlerine rağmen bilinçaltını satır aralarına yansıtır, dizginleri elinden kaçırarak. Eleştirmenin işi biraz da bunları bulmak. Bir şey metinde varsa, metinden destekleniyorsa onu kolaylıkla söyleyebiliriz, gerisi hep efsane olur. Zaten metinden kanıt gösterebiliyorsak doğruluğunu kanıtlayabiliyoruz demektir. Yorum için teşekkürler :)

      Sil